Tekerlek gıcırtısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tekerlek gıcırtısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ekim 2015 Cuma

Bir zaman birimi olarak başımızdan geçen olaylara referans ve daima genç olmak

Mesela 
Bir kitabın okunma zamanı bir mezuniyete,
Bir şarkının release date’inin bir çocuğun doğumuna,
Bir filmin sinemada izlenmesi o arkadaşla aynı sınıfta olduğun yıla refere edilerek hatırlanması
Referans değerinin bünye üzerindeki olumlu veya olumsuz etkisine göre
Bazı olayların daha uzak, bazı olayların daha yakın algılanmasına sebep olur.
Bu durumda iyi olaylara referans vermek, ne kadar geçmiş zamanda da yaşansın o zamanın daha kısa süre önce yaşandığını düşünmemizi sağlar.
Kendini genç hissetmenin en öncül şartlarından biri doğru referans zamanlarının sayısını artırmaktır. Deneyin.

Bu filmdeki insanların yaşlanmaması ile bu videoyu buraya koymam arasında özel bir bağ yok ama süper bir tesadüf oldu.

20 Ekim 2015 Salı

Kristal Elma’nın kralı bence VolksWagen CardBoard’dır.

Bir İzmirli olarak fuarların zaman içinde banalleşmesine aşinayım. Bunları görmüştük, bundan bizim komşuda da var, zaten duvarlar da yıkıldı, bundan sonra buralar bundan çok gelir, bizi en iyisi lunapark paklar sözleri ile takvimlendirilebilecek bir zaman tünelinden geliyorum. Sonuç olarak, insan çocukluğundan beri yenilikleri şıp diye algılayıp normal akışa dahil olan şeylerin trendmiş gibi gözüne zorla sokulmasından bir rahatsızlık duyuyor. Bir nevi “pışpışlanma” hareketine karşı kazanılmış direnç diyebiliriz.

Kristal Elma’nın 2015 serisinde de genel olarak eğitim ve seminerlere arka fondaki pışpış efekti eşlik etti. Neyse ki VolksWagen sanal gerçeklik platformu ile katılıyordu festivale.  Kendi elinizle yapıp kendi telefonunuzu yerleştirdiğiniz ve kendi giyilebilir teknolojinizi yarattığınız, bir de alıp evinize falan götürüp eşe dosta göstererek hava bastığınız Cardboard uygulamaları, festivalin “aa denemedin mi?” şokunu yarattırabilecek tek ilginç fikriydi. Bilmeyenler araştırsın. İlgilileri kutlarken, puanım 5.


Ayrıca zaten bir lovebrand olarak VW’ı tek geçerim. Yönetim skandallarını önemsemem.

1 Ekim 2015 Perşembe

Fotoğrafçılığı kazanç kapısı olarak kullanmakta olan ve stok galerilerine yüklediği eserleri ile piyasada gerçekten önemli bir açığı kapatan sevgili dostlar için bir oyun

En sık kullandığınız stok imaj galerisine girip “davul”u aratın. Sonra ticari amaçlar için kullanılmış davul görsellerini görebilmek için “davul”u google’layın. Ramazan kampanyaları için kullanılmış şekilde pek çok ilanda hep aynı kahverengi ilüstre etnik davul görselinin yer aldığını göreceksiniz. (Bu topraklara ait bir alet bile değil) Çünkü maalesef stoklardaki davul görselleri davulun ülkemizdeki yerel kullanım amaçlarını görselleştirmek için çok yetersiz. Haliyle kampanya ilanında ramazanı en iyi imgeleyen davulla anlatmak isteyen reklamcılar hep aynı stok görseline bala üşüşmüş sinekler gibi abanıyor. Bu trendi boşa çevirmemek için güzide meme generator'lardan birine ben de bir image bıraktım. Hayırlı olsun. 

5 ilan arasındaki benzerliği bulunuz. 



Benzer durum tüm yerel çağrışımlar için geçerli. Şöyle içinden kafamıza göre bu değil bu değil bu hiç değil diyerek saçim yapabileceğimiz bir basılı iş için gerçek bir Anadolu insanı yüzü bulmak çok zor. Fotoğrafçıların en sevdiği kırış kırış güneş yanığı tenlerinin üzerinde ağız boşluğunun yarısı 10 yıl içinde dökülmüş dişleri sayesinde kara kara gözümüze sokulan görseller, Türkiye’yi bu yüzüyle tanımak için heves atan vizyonsuz batı insanları için çok sevimli gelebilir ama biz reklamcıların işine pek yaramıyor. Bunun yerine daha çok güleryüzlü mahalle esnafı, elinin hamuru ile evinde oturmayan işinin başında kadınlar, çalışkan gençlerin resmedildiği karelere çılgıncasına ihtiyaç var. 

2 Mayıs 2009 Cumartesi

Geçmişe saygı istiyoruz ya da bir arşiv sitesi



Geçenlerde dikkat ettim, Fanta'nın logosu değişmiş. Bu logo değişikliği olayı firmaların pazarlama birimlerinde çalışanlar için bir Çin işkencesidir. Sizin kurumsal kimlik üreticiniz birden kafasına esince nedense geçmişin üzerine bir perde çekmek ister. Her şeyi sil baştan düzenlemek ister. Vardır kendince sebepleri, girmeyelim bu konuya da, olan o güne kadar kullanılan bütün pazarlama materyallerine olur, bir anda her şeyi yenilemek gerekir firma ile ilgili. İster müşterinin gördüğü şeyler olsun ister en confidential data kağıtları. Bir anda her yerde bir temizlik, bir yenilenme çabası... Bunu da sizden öyle bir titizlikle yapmanızı isterler ki, her şey, her logo, her isim aynı anda değişmeli, değil web siteniz, sahadaki şubelerin tabelaları bile aynı anda F5 olmalıdır. Sanki bir anda ülkemiz Ocenia, Eurasia ile ortaklığı bozmuş yerine Eastasia ile kanka olmuş gibi. Sanki o eski biz eskiden hiç yokmuşuz gibi. Bir de bu değişikliğe ayak uyduramayanlar tek ayak üstünde bekletilir. O derece titiz bir temizlik.

Allahım sanki o zamana kadar yapılmış her şey büyük bir hataymış gibi... Yaşandı bitti saygısızca dercesine neden silinir her bir materyal, hiç anlayamam. Yahu koyun onları bir yere de görelim, biz de bakalım. Nasıl geldik bu güne, anlayalım. Neden Garfield'in 30 yıl önce neye benzediğini herkes bilir ama Bonus'un Card'ı hangi arada logodan uçtu, kimse hatırlayamaz?

Fanta'ya geri dönelim. Şimdi kurumsal kimlik yenilendi ya, isterim ki ben dilediğim zaman bu tertemiz temizliğin önceki hallerini görebileyim. Eskilerde bu biraz zordu. Eskilerde dediğim 90'lı yılların sonlarında. O zaman web sitelerinde veri tabanı mantığı yoktu. Bir siteyi güncellerken eskiden oluşturduğunuz her şeyi çöpe yollardınız. Şimdi değişti bu durum. Bütün bilgilere ulaşmak mümkün aslında. Ondan istiyorum ki, bir alan olsun. Geçmişle ilgili bir takım bilgileri de oraya koyalım. Ne bileyim bir bodrum katı ya da tavan arası gibi. Arada sırada gidip de atıyorum Efes Pilsen'in eski logolu şişelerine bakalım, Coca Cola'nın Take My Breath Away'li reklamlarını seyredelim. Bunların hepsini birleştiren bir site olsun. Yoksa her kurumdan bunu yapmasını istesek olmaz. Ama bir babayiğit arkadaş yapar belki. (Belki vardır, bilen varsa da söylesin.)

25 Nisan 2009 Cumartesi

Nedir bu film olayı aga?

Yeni nesil kordonuna bağlı kamerasıyla mı doğdu yoksa bizim zamanımızda ultrason yok diye biz mi uzak kaldık, anlamadım; bu "filmini gönder birlikte goygoy yapalım" çağrılarının neden bu kadar arttığını kavrayamadım aga. Şimdi aslında sahte araştırmacı gazeteci kimliği ile uğur dindar maskesi takıp bu çağrıların geldiği sitelere bir bakış atmak ve ona göre yazı yazmak gerekir ama ben orijinalliğim bozulmasın diye yapmayacağım bunu. Sadece sormak istiyorum, nedir bu "kısa filmini çek, interaksiyon olsun, ürünümüzle tanış, dokun ona, sev onu, okşa ve en yakın arkadaşını arkasından vur..." çağrısının arkasında gizli şey? Yok yanlış sordum, nedir bu yeni neslin filme merakı? Nedeeeen?

Bu sorunun cevabını bilseydim yazı yazmazdım heralde, sonuçta cevabını bildiğimiz konuları kafamıza takan bir tür değiliz. Mesela hayatta saçlayı yemeğe ne zaman koyacağım konusunda bir yazı yazmam. Neyse, kısacası bilmiyorum neden böyle olmuş ama neden böyle olmamış: Neden bu insanlara "Gel kızanım, bu ay iki satır şiir yaz, rüyalarında bestelediğin şarkıları gel şu 444'lü hatta mırılda, hadi o da zor mu geldi, iki cümle derle, sanatlı olsun" çağrısı yapılmıyor? Yapılsın ya. Film çok zor, kes yapıştır, uğraş, fotoşop gibi diil, kasamıyorum, ondan.

7 Mart 2009 Cumartesi

Güneşe hasret İskandinav mıyım, kurutma makinesini naapıyım?

İşte anlamıyorum ben bunu. Başlığı tekrar etmeye gerek yok. Hadi çok şükür bu sene iyi yağmur yaptı da biraz daha ucuza elektirik üreteceğiz. O yüzden kurutma makinesi, her ne kadar gereksiz olsa da bir Akdeniz ülkesinde, kendime hakim oluyorum.

Bekonun reklamına ne kadar sinir oluyorsam, Nestle'nin çıkardığı işe o kadar alkış tutuyorum bu aralar. Adamlar her reklamda gerçekten insanın içini okuduklarını gösteriyorlar. Mesela o Nescafe Classic'deki "Altın an" hakaten ne altın bir andır. Çocuğu yatırmışsın, kahve içmeyecek de ne yapacaksın? Sonra o 100. yıl reklamındaki her bir sahnenin kelimelere dökülüşü nasıl da adrese teslimdir. Asla bitmesin dediğiniz anlar oldu, evet olmadı mı?

23 Aralık 2008 Salı

Hakkaten de Erikli Yaylasından geliyor galiba!


Bu pazarlamacıların işi de zor arkadaş. Şirket para kazanmak ister, sen para kazandıracak yeni yöntemler bulacaksın, yeni yöntem falan olmayınca cıngıllı reklam yapacaksın, bir de bunun süperini gördüm ben: yaptığın reklamla attığın afadersiniz kazığı mantığa bürüyeceksin. Böyle anlatamadım, örneğe geçelim:

Şimdi bizim Erikli bayii pazar günleri çalışmıyor. Evde su olmayınca, gittik marketten 10'ar litrelik iki pet şişe su aldık. Bunların tanesi 3,5 YTL. Yani sen marketten alırsan, 20 Lt su = 7 YTL.

Eee, haftada bir eve getirttiğimiz aynı su, 19 Lt = 7,70 YTL.

Şimdi hesap kitap yapmak lazım ama çok gerek duyan uğraşsın onla, resmen Erikli suyunu eve getirticem derken bir kamynetin 1 seferlik gezinti maliyetini tek damacana suda cebimizden çıkarıyoruz. (30 Kuruşluk bahşişi de cabası.) Bir kamyonetin içine alabildiği tüm damacanaları hesaba katarsak, o paraya taa Erikli Yaylasından o su gelir efendim. Yani bakınız, reklamda da sucu abi taa Erikli'nin tepesinden inip gelmiyor mu? Evet, işte bu durumda bana da afedersiniz pek yemek düşüyor, çünkü adamlar haklı. Kanıtı ortada yani. Öff öf.

30 Ekim 2008 Perşembe

Hafıza silinmesi gerçek olmuş? Peki ya hafıza eklenmesi?


Sevgili biliminsanları, farelerin hafızasındaki bazı anıları silmeyi başarmışlar. Kendilerini tebrik ederim. Yalnız bunca yıldır zaten çeşitli bilimkurgu ortamlarında üzerinde durulan bu olayın gerçekleşmiş olması nedense bende bir "inovasyon" olarak karşılanmadı (Kelimenin Türkçe karşlığını bulamadım). Sanki bu uzun süredir hissedilen bir eksikliğin giderilmesi gibi daha çok. Zaten haberi yayınlayan ajans da “Bilim insanları "Eternal Sunshine of the Spotless Mind" filminin senaryosunu hayata geçirdi, farelerin seçilmiş anılarını silmeyi başardı” diye başlık atmış. Siz bırakın onu, 0-12 yaş grubu idolü Selena’da bile işlenen bir konu bu zaten.

PC oyunlarını zevkle oynayan pek çok arkadaşımızın da bildiği gibi, Save-Load olayı herkesin bilincinde olan ve “Gerçek Hayatta Save-load ihtiyacı” olarak kalıplaşmış bir söz öbeği olarak dahi karşımıza çıkan bir hadisedir. Hatta, “Anaaa, Lara Abla gene damdan atlarken düştü öldü, dur gölün ordan başlıyım yine” şeklinde aşağı yukarı her oyunda tezahür eder bu olay. Hepimiz biliriz ki bir oyunda Save-Loadlamak gayet banal bir hadisedir, halbuki Google ortamlarında cheat code arayıp olmamış bir şeyi olmuş gibi göstermek asıl efsanedir. Yani Heroes’a a horde of Archangel’la başlamak ya da ne biliyim Baldur’s Gate’de Drizzt’i oyunun tutorial’ında gruba almak falan gibi. Neden bunun üzerine gidilmiyor ki bilim camiasında?

Velhasılkelam, yıkmak kolaydır, yapmak zordur arkadaş. Şimdi birisi çıksın desin ki biz bu farenin beynine öyle bir şey yaptık ki kendisinin bir dönem evlenip 2 çocuk sahibi olup boşanmış olduğunu düşünüyor. Ya da daha ciddileşelim, birisi çıksın desin ki, biz Alzhemer’lı bu hastaya öyle bir şey zerk ettik ki, bütün unuttuğu hatıralarını yeniden yerine yazdık. Var mı böyle bir haber? Yok. Varsa yoksa onu sildik, bunu sömürdük, yok kafasızını ürettik, falan filan, hikaye…

28 Haziran 2008 Cumartesi

Poğaça Erkekleri ve Anne Tostu Kadınlarına özel pazarlama teknikleri

Sabahları işe yürürken burnuma esen kokusundan dolayı en çok sevdiğim -ve şu aralar yemem yasak olduğu için en çok nefret ettiğim- unlu mamuller dükkanlarının önünde genelde hep erkekleri görüyorum. Çalışan erkekler poğaça, çörek, simitleri alıp alıp işyerlerinin yoluna koyuluyorlar. İşyeri girişindeki döner kapının önünde, ellerindeki küçük poşetlerin içindeki hazır mamullerle sıraya giriyorlar. Ofiste ise çalışan kadın kesimi, domatesli, kaşarlı, marullu, salatalıklı tostlarının alüminyum folyolarını açıyorlar, 08:30-10:00 arası.

Gözlemleyebildiğim kadarıyla, cinsiyetlerin bu farklı sabah kahvaltısı ritüelleri, farklı iskan tercihlerine göre belirleniyor. Kadınlar ya evde kendileri hazırladıkları ya da annelerine hazırlattıkları tostları tüm doğallık ve sağlıklı lifleri ile midelerine indiriyorlar. Erkekler ise bekarsalar ya hiç bir şey hazırlamıyorlar evde, evliyseler veya aileleri ile yaşıyorsalar da potansiyel tost hazırlayıcının mamullerine "öeeyh taşıyamam şimdi" ya da "ofiste yiyorum ben" şeklinde tepki verdiklerinden unlu mamulcünün mamüllerine talim ediyorlar.

Bu müthiş gözlemden yola çıkarak, piyasadaki unlu mamulcülerin bu ayrıma biraz kafa yorup satışlarını arttırmalarının pek kolay olduğuna karar vermiş bulunuyorum. Burada önemli olan, hedef kitlenin çoğunluğunun erkek olduğunun belirlenmesi ve bu kitleye göre hareketlenmek. Poğaça isimlerini erkek egemen topluluğun dikkatini çekecek şekilde "yerim, çıtır, ısırık" yeniden tanımlamak, "bir poğaça alın yanında bedava permatik verelim" gibi erkekleri baştan çıkartacak yöntemleri uygulamak aklıma ilk gelenler.

Bu arada anne tostu kadınlarını da unutmamak lazım, onları da pazara çekmek için "annenizi zahmetten kurtarın", "aynı doğallıkta soğuk sandviçler/tostlar bizde de var" diyerek gazlamak, promosyonel olarak dizaltı kadın çorabı gibi tüketim hızı yüksek, maliyeti az ama erişimi zor ürünlerle pazarlama çalışmasını desteklemek yerinde olurdu.

25 Nisan 2008 Cuma

Markalı balıkçılıkta iyi para var!


Tavuk dediğiniz bir dönem canlı canlı pazarda satılırdı. Şahsımın da pazardan gıdaklayan tavuk almışlığı vardır. Hatta iki tavuğu bir naylon poşete koydukları için yolda giderken tavuklar tepişip bacaklarını elimden bırakmak zorunda kalmıştım da sonra sokak sokak tavuk kovalamıştık.

Neyse efendim, tavuklar bir dönem gıdaklarken alınırdı pazardan. Eve gelip kesilir, yenirdi. Bazen de bizim evde mutfak bankosunun üstünde kafasız ama tüylü, cinnet kurbanı tavuklar olurdu, annem bunların tüylerini yolardı. (Cımbızla hepimiz böyle tanıştık.) Bu tavuğu alıp evde kesmektense biraz daha zahmetsiz bir yöntem. Mavi Boncuk filmindeki Metin Akpınar gibi "Bilader sen keser misin tavuğu?" yalakalıklarına girip en sonunda kuzu gibi bakıp "Acaba beklesek de ecelleriyle mi ölseler?" moduna gelmektense, evde hazır kesilmiş tavukların olması yeğdir.

Sonra anlamadım, sanki bir mucize oldu da bir anda evde hazır kesilmiş, tüyleri yolunmuş ak pak tavuklar türedi. Birkaç seneye kalmadı, bu sefer evde hazır kesilmiş, ayıklanmış bir de üstüne parçalanmış tavuklar türedi. Mesela eskiden tavuk dediğiniz, sofraya getirildikten sonra, demokrat ev kürsüsündeki hakimiyet üstünlüğüne göre paylaştırılan bir yemekti. Baba sağ but, çocuklardan biri sol but, diğer çocuk göğüs, sefil anne de ne bulursa onu yerdi. Parçalanmış tavuktan kastım, masada sadece tavuk butlarının olduğu bir akşam yemeğidir. Herkes tavuğun istediği parçasını almaya başladı, böylece ben de babama denk sayılma hakkımı kaybettim.

Zaman ilerledi, teknoloji gelişti, deli tavuk gribi başımıza pespaye oldu, Mudurnu sokaklarına başıboş tavuklar saçılıp batağa düştüler, üstüne yeni firmalar türedi derken işte tavukçuluk düşe kalka da olsa bir şekilde sektörleşti, gelişti.

Gelin görün ki bunca geyiği tavukçuluktan bahsetmek için yapmadım aslında. Çünkü ben tavuktan çok balık severim. Burnu büyük, egosu küçük bir Trabzonlu bulup evlenmemin sebeplerinden biri de budur. Heyhat, balıkçılık dediğiniz nedense sektörleşememiştir. Market alışverişlerinde konservelenmiş ton balıkları ve bazı yerde nadir rastlanan dondurulmuş tuzlu sardalya/yengeç/karides dışında şöyle adam gibi balık yok memlekette. İşte bu yüzden çok muztaribim.

Markalanmış balığı markalanmış tavuktan ayıran nedir? Koku yapması, daha çabuk bayatlaması, satışlarının az olması, fiyatının fazla olması falan mıdır? Yoksa en küçük bakkala bile günlük süt, günlük yumurta günlük zıt pırt gelirken bunların hepsi bir bahane midir?

Büyük paralar kırılmayı bekleyen balıkçılık sektörüne bir gün birinin el atıp bileğinin hakkıyla piyasayı sırtlamasını büyük bir merak içinde beklemekteyim. İşte o zaman bizler de köşedeki balıkçının bir gün belediye ekiplerince yıkıldığını görünce depresyona girip fellek fellek balıkçı aramaktan kurtulacak ve markette çatır çatır balık satan bu arkadaşımıza gidip helal olsun koca reis diyeceğiz.