29 Nisan 2008 Salı

Yaşasın bulgur

Hamilelik insanın midesiyle kafasını bozduğu bir dönem. Aslında karnındaki veletle uğraşmak istiyorsun ama ne görüp ne duyabildiğin için onu, paso beslenmeye yükleniyorsun.

Ben de son 2 ayda bebiş için gerekli olan nedir, olmayan nedir diye google'da yaptığım türlü araştırmalar sonucu sanırım beynimin muhtelif bir kısmına zarar verdim. Web sitelerine bakacak olursanız sağlıklı beslenme için her şeyden yemek gerekiyor ama o da kilo yapıyor malesef. Neyse ki son dönemde optimum kiloya ulaştım -ki bu başka bir yazının konusu olabilir- ve evdeki malzemeyi kullanarak sağlıklı beslenmenin anahtarını çevirdim.

Aslında dolaptaki malzemeyi de bugüne kadar hiçe sayıp saçma sapan et-tavuk ürünlerine boşu boşuna odaklanmışım bugüne kadar, o canımı çok yaktı. Nohutların kurtlanmış olduğunu fiyasko şeklinde misafir sofrasında farketmemizi bir kenara bırakalım, zavallı bulguru kavanozda unutup pişirmemiş olmak ne büyük hayal kırıklığı. Şimdi baktım, sevgili bulgur, hem muadilleri pirinç ve benzerlerine göre çok daha faydalı bir folik asit kaynağı hem de 9 kat daha sağlıklı bir lif deposuymuş; üstelik de sıfır kolesterol! (Bir de geçirdiği özel işlem sebebiyle bir nevi pastörize olduğundan tüm bakliyatlardan daha uzun bir dolapta bekleme süresi varmış. Kurtlar İmparatorluğu'nun sonu yani.)

Hal böyleyken taa Şarköy'den alınmış tazecik patlıcanlarla pişirdiğim, güzelim patlıcanlı bulgur pilavını akşam yerken aldığım hazzın iki katını, bulgurun faydalarını okuyunca yaşadım sabah sabah. "O da ne, patlıcanlı bulgur mu? Hımmm..." diyenler için buyrun tarifi burada:

1 patlıcan,
1 soğan,
2 yeşil biber,
1 domates,
2 kaşık salça,
1 bardak bulgur,
2 bardak su
Mısır yağı

Çintilmiş soğanları yağda halka kesilmiş biberlerle 2-3 dk döndürdükten sonra salçasını, küp küp doğranmış parlıcanlarını ve doğranmış domatesini içine atıyoruz. 5-6 dk da böyle pişiriyoruz. Hafif sulu olmalı, sos kıvamına gelmesi için biraz su eklenebilir. Sonra yıkanmış bulguru ve 2 katı kadar suyu koyup, tuzunu ekip karıştırıyoruz ve kapağını kapatıyoruz. Yarım saat sonra suyunu çekip bulgurlar yumuşayınca dünyanın en güzel pilavı oluyor. Kenarına da yoğurt, belki bir de taze soğan koyunca tadından yenmiyor. Afiyet oluyor.

25 Nisan 2008 Cuma

Markalı balıkçılıkta iyi para var!


Tavuk dediğiniz bir dönem canlı canlı pazarda satılırdı. Şahsımın da pazardan gıdaklayan tavuk almışlığı vardır. Hatta iki tavuğu bir naylon poşete koydukları için yolda giderken tavuklar tepişip bacaklarını elimden bırakmak zorunda kalmıştım da sonra sokak sokak tavuk kovalamıştık.

Neyse efendim, tavuklar bir dönem gıdaklarken alınırdı pazardan. Eve gelip kesilir, yenirdi. Bazen de bizim evde mutfak bankosunun üstünde kafasız ama tüylü, cinnet kurbanı tavuklar olurdu, annem bunların tüylerini yolardı. (Cımbızla hepimiz böyle tanıştık.) Bu tavuğu alıp evde kesmektense biraz daha zahmetsiz bir yöntem. Mavi Boncuk filmindeki Metin Akpınar gibi "Bilader sen keser misin tavuğu?" yalakalıklarına girip en sonunda kuzu gibi bakıp "Acaba beklesek de ecelleriyle mi ölseler?" moduna gelmektense, evde hazır kesilmiş tavukların olması yeğdir.

Sonra anlamadım, sanki bir mucize oldu da bir anda evde hazır kesilmiş, tüyleri yolunmuş ak pak tavuklar türedi. Birkaç seneye kalmadı, bu sefer evde hazır kesilmiş, ayıklanmış bir de üstüne parçalanmış tavuklar türedi. Mesela eskiden tavuk dediğiniz, sofraya getirildikten sonra, demokrat ev kürsüsündeki hakimiyet üstünlüğüne göre paylaştırılan bir yemekti. Baba sağ but, çocuklardan biri sol but, diğer çocuk göğüs, sefil anne de ne bulursa onu yerdi. Parçalanmış tavuktan kastım, masada sadece tavuk butlarının olduğu bir akşam yemeğidir. Herkes tavuğun istediği parçasını almaya başladı, böylece ben de babama denk sayılma hakkımı kaybettim.

Zaman ilerledi, teknoloji gelişti, deli tavuk gribi başımıza pespaye oldu, Mudurnu sokaklarına başıboş tavuklar saçılıp batağa düştüler, üstüne yeni firmalar türedi derken işte tavukçuluk düşe kalka da olsa bir şekilde sektörleşti, gelişti.

Gelin görün ki bunca geyiği tavukçuluktan bahsetmek için yapmadım aslında. Çünkü ben tavuktan çok balık severim. Burnu büyük, egosu küçük bir Trabzonlu bulup evlenmemin sebeplerinden biri de budur. Heyhat, balıkçılık dediğiniz nedense sektörleşememiştir. Market alışverişlerinde konservelenmiş ton balıkları ve bazı yerde nadir rastlanan dondurulmuş tuzlu sardalya/yengeç/karides dışında şöyle adam gibi balık yok memlekette. İşte bu yüzden çok muztaribim.

Markalanmış balığı markalanmış tavuktan ayıran nedir? Koku yapması, daha çabuk bayatlaması, satışlarının az olması, fiyatının fazla olması falan mıdır? Yoksa en küçük bakkala bile günlük süt, günlük yumurta günlük zıt pırt gelirken bunların hepsi bir bahane midir?

Büyük paralar kırılmayı bekleyen balıkçılık sektörüne bir gün birinin el atıp bileğinin hakkıyla piyasayı sırtlamasını büyük bir merak içinde beklemekteyim. İşte o zaman bizler de köşedeki balıkçının bir gün belediye ekiplerince yıkıldığını görünce depresyona girip fellek fellek balıkçı aramaktan kurtulacak ve markette çatır çatır balık satan bu arkadaşımıza gidip helal olsun koca reis diyeceğiz.

24 Nisan 2008 Perşembe

İzmir bizim için hala küçük bir köy gibi



İstanbul'da çalışan bir İzmirli olarak söylüyorum ki "biz İzmirliler artık bu şehre çok geliyoruz." Fakat izmir de bize dar geliyor. Gün geçmiyor ki çalışan arkadaşlarımızın arasına yeni bir İzmirli katılsın. Hepsine aynı soruyu soruyorum, "Sen neden düştün buraya bilader?" diyorum. Hepsi de aynı cevabı veriyor: "İzmir'de iş yok ki".

Hemen hemen her İzmirlinin yaşamış olduğuna inandığım bu bayık muhabbeti genelde uzatanlardanım. İş aradın mı ki diye sorarım. Ben dahil pek çok İzmirli, İzmir'de iş aramamıştır. İstanbul'da bir üniversiteden mezun olduktan sonra buradaki bir firmaya kapağı atıp, 2 oda bir salon bir dairede, etliye sütlüye bulaşmayan bir arkadaşla yaşayıp, yaşamın saçma sapan işkenceleriyle haşır neşir olmayı, buna da "İstanbul'da yaşamak" demeyi tercih ederler.

Bu arada memlekette bırakılan anne, baba, kardeş, eş, dost, kedi, köpek, kuş vs, hergün kebap yapmakta saat 8:30'da kalkıp işe gitmekte, hafta sonları o Çeşme senin bu vana benim serin serin yan yatmaktadır.

Neyse lafı uzatmaya gerek yok, geçen son 6 ayın büyük umudu Expo'yu canı gönülden destekledik ve hepimiz Expo gelse de İzmir kurtulsa diye dua ettik içimizden. Diğer düşünen camianın fikri neydi bilemem ama sanırım derinlerde bir yerlerde herkes, İzmir büyüse de üç beş firma oraya bir genel merkez kursa, gitsek biz de rahat yaşamın anahtarını çevirsek, e-maillerde dolaşan "Google çalışma ortamları"na dilimiz dışarda, güneşte kalmış Rin Tin Tin'ler gibi bakmasak diye geçirdi içinden.

Expo olayı tutsaydı fena olmazdı tabii ama en azından birilerinin kulağına "Bakın böyle büyümek isteyen bir şehrimiz de var aslında" fikrinin çalınması bence hoş oldu. Bununla yetinilmese de, sevgili memleket büyüklerimizce İstanbul'da, Eskişehir'de, afet bölgelerinde ne bileyim belki daha pek çok yerde yapıldığı gibi İzmir toprağına vergiden muafiyet ölçüsü getirilse ne güzel olur değil mi? Orada bir köy olmasa uzakta ve aslında orada birkaç HQ olsa, gitsek de dönmesek. İzmir'de pek çok lisenin birincisi olup anne babalarının gazıyla İzmir'in en önde gelen üniversitelerine giden çocuklar, İstanbul gözünde "DİĞER" üniversiteler kategorisinde sıkışıp kalmasa. Demokrat genç beyinlerin değeri bilinse, medeni yaşantının tadını, İstanbul'un concon takımı da alsa.

Aslında çok kolay olabilirdi ama bir taraftan bakınca, politikanın baş oyuncularının kalesi olmayan bir ili büyütmek gibi bir amaçlarının olması da bir hayli boş hayal gibi geliyor. Bu durumda da malesef iş başa düşüyor. İzmirli gençlik, biliçlen ve bilinçlendir, terliklerini giyip gezebileceğin bir işyeri hayal et! Çalış, etkile, ikna et ve İzmir'de iş dünyası yapılanması için dua et!