28 Haziran 2008 Cumartesi

Poğaça Erkekleri ve Anne Tostu Kadınlarına özel pazarlama teknikleri

Sabahları işe yürürken burnuma esen kokusundan dolayı en çok sevdiğim -ve şu aralar yemem yasak olduğu için en çok nefret ettiğim- unlu mamuller dükkanlarının önünde genelde hep erkekleri görüyorum. Çalışan erkekler poğaça, çörek, simitleri alıp alıp işyerlerinin yoluna koyuluyorlar. İşyeri girişindeki döner kapının önünde, ellerindeki küçük poşetlerin içindeki hazır mamullerle sıraya giriyorlar. Ofiste ise çalışan kadın kesimi, domatesli, kaşarlı, marullu, salatalıklı tostlarının alüminyum folyolarını açıyorlar, 08:30-10:00 arası.

Gözlemleyebildiğim kadarıyla, cinsiyetlerin bu farklı sabah kahvaltısı ritüelleri, farklı iskan tercihlerine göre belirleniyor. Kadınlar ya evde kendileri hazırladıkları ya da annelerine hazırlattıkları tostları tüm doğallık ve sağlıklı lifleri ile midelerine indiriyorlar. Erkekler ise bekarsalar ya hiç bir şey hazırlamıyorlar evde, evliyseler veya aileleri ile yaşıyorsalar da potansiyel tost hazırlayıcının mamullerine "öeeyh taşıyamam şimdi" ya da "ofiste yiyorum ben" şeklinde tepki verdiklerinden unlu mamulcünün mamüllerine talim ediyorlar.

Bu müthiş gözlemden yola çıkarak, piyasadaki unlu mamulcülerin bu ayrıma biraz kafa yorup satışlarını arttırmalarının pek kolay olduğuna karar vermiş bulunuyorum. Burada önemli olan, hedef kitlenin çoğunluğunun erkek olduğunun belirlenmesi ve bu kitleye göre hareketlenmek. Poğaça isimlerini erkek egemen topluluğun dikkatini çekecek şekilde "yerim, çıtır, ısırık" yeniden tanımlamak, "bir poğaça alın yanında bedava permatik verelim" gibi erkekleri baştan çıkartacak yöntemleri uygulamak aklıma ilk gelenler.

Bu arada anne tostu kadınlarını da unutmamak lazım, onları da pazara çekmek için "annenizi zahmetten kurtarın", "aynı doğallıkta soğuk sandviçler/tostlar bizde de var" diyerek gazlamak, promosyonel olarak dizaltı kadın çorabı gibi tüketim hızı yüksek, maliyeti az ama erişimi zor ürünlerle pazarlama çalışmasını desteklemek yerinde olurdu.

7 Haziran 2008 Cumartesi

CADDEBOSTAN SAHİLİNDE KÜLTÜREL GEÇİŞMELER

Efendim, hafta sonlarında biraz iyot, biraz D vitamini, biraz da temiz hava alıp sosyalleşmek amaçlı yürümeye gittiğimiz Caddebostan sahilinin çok belirgin bir özelliğine şahit oldum. Ortamda gezinen her 8 köpekten 6'sının Golden Retriever olması olabilirdi konumuz, o da çok net bir çıkarım ama değinmek istediğim konu daha beşeri.

Sahil şeridinin aralıksız yürünebilen kısmı yaklaşık 5 km; parkur bir ucunda askeriye diğer ucunda ise Bostancı vapur iskeleleri ıvır zıvırıyla noktalanıyor. İşte bu sahilin sahil yolu ile buluşma noktasında bulunan Migros, tam bir kültürel eşikte bulunuyor. Askeriye tarafından Migros'a kadar olan batıdaki bölümün arka tarafında tamamen köşkler ve yeşillik bir alan var. Migros'tan sonra sahil yolu da yürüyüş parkurunun paraleline iniyor.

İlk bahsettiğim kısımda metrekareye düşen yürüyen/koşan/köpek gezdiren/sevgilisiyle çimlere yayılan/arkadaşlarıyla ortam yapan insan sayısı hesabını bilmiyorum ama bir endeks alsaydım, bu bölge için bu kriterleri kullanırdım. Çünkü doğuda kalan sahil yolu bölümünün değer endeksi çok farklı. O bölümde metrekareye düşen çaydanlık sayısı, çimlerin üstünde futbol oynayan adamların göbek çapı, çimlerin her metrekarede maruz kaldığı kadın poposu basıncı ve mangalın üzerinde pişen hayvan cinsi gibi farklı endekslere göz atmak gerekiyor. Merak eden varsa gitsin ölçsün.

"Ya belediye! Sen bu alanın her iki tarafını da eşit yarattın, ama nedendir bu bölünmüşlük?" diye sorası geliyor insanın, hal böyle olunca. Sahilin tamamını yürüyebilenlerin gözünde, tam Migros'un orda, sahil yolunun sahille buluştuğu yerde, sanki saunadan buz odasına girmiş gibi bir anda keskin bir ayrıklık ortaya çıkıyor. Hem kültürel farklılıkları korumak adına, hem de piknik yerleri olmak suretiyle mangalın üstünde pişen kızarmış ete ekmek banmayı pek çok zevke tercih edecek bir insan olarak bu insanların kimlikleri üzerine çene yormak değil niyetim. Yalnız, bir alana erişim farklılıklarının o alanı tercih eden insanlar arasında da belirli anlayış farklılıklarını ortaya çıkarabileceğini anladım ben. Söylemek istediğim asıl budur.

Şöyle ki; doğru tarafında kalan bölgenin ardalanı hemen sahil yolu olduğundan, tamamen bir ücretsiz otopark niteliğinde. Dolayısıyla ailesini arabaya doldurmayı başaran tüm cengaver topçu/mangalcı babalar bu bölgeye çok rahat bir erişim sağlıyor. Çaydanlıktı, etti, uzayda E.T. kadar bir alan kaplayan termostu, vs, hepsi rahat bir şekilde hop, park yerinden çimlerin üstüne taşınabiliyor. Sonra da iş yelleme kabiliyetine kalıyor. Zaten sonrası da virütik çoğalma eylemi. Batı yakasında ise böyle bir otopark alanı yok, o yüzden bu kısım mangalcılar tarafından tercih edilmiyor. Yoksa hiç kimse güzelim köşk manzarasını 18-35 yaş arası zindelik faaliyetlerinde bulunmayı seven gruba hibe etmiş değil.

Nihayetinde Caddebostan sahili, böylesine doğal bir şekilde kültürler arası paylaşımın bir göstergesi olmuş durumda. Yaz aylarında, doğudan gelen mangalcı kavimlerinin sıcak denizlere inmek için birbirlerini iteklemesi sonucu, plaj bölgelerinde daha kozmopolit bir ortam oluşsa da, yerleşim bölgesi olarak bu farklılığı otopark alanı denklemiyle açıklayabiliyoruz.

29 Nisan 2008 Salı

Yaşasın bulgur

Hamilelik insanın midesiyle kafasını bozduğu bir dönem. Aslında karnındaki veletle uğraşmak istiyorsun ama ne görüp ne duyabildiğin için onu, paso beslenmeye yükleniyorsun.

Ben de son 2 ayda bebiş için gerekli olan nedir, olmayan nedir diye google'da yaptığım türlü araştırmalar sonucu sanırım beynimin muhtelif bir kısmına zarar verdim. Web sitelerine bakacak olursanız sağlıklı beslenme için her şeyden yemek gerekiyor ama o da kilo yapıyor malesef. Neyse ki son dönemde optimum kiloya ulaştım -ki bu başka bir yazının konusu olabilir- ve evdeki malzemeyi kullanarak sağlıklı beslenmenin anahtarını çevirdim.

Aslında dolaptaki malzemeyi de bugüne kadar hiçe sayıp saçma sapan et-tavuk ürünlerine boşu boşuna odaklanmışım bugüne kadar, o canımı çok yaktı. Nohutların kurtlanmış olduğunu fiyasko şeklinde misafir sofrasında farketmemizi bir kenara bırakalım, zavallı bulguru kavanozda unutup pişirmemiş olmak ne büyük hayal kırıklığı. Şimdi baktım, sevgili bulgur, hem muadilleri pirinç ve benzerlerine göre çok daha faydalı bir folik asit kaynağı hem de 9 kat daha sağlıklı bir lif deposuymuş; üstelik de sıfır kolesterol! (Bir de geçirdiği özel işlem sebebiyle bir nevi pastörize olduğundan tüm bakliyatlardan daha uzun bir dolapta bekleme süresi varmış. Kurtlar İmparatorluğu'nun sonu yani.)

Hal böyleyken taa Şarköy'den alınmış tazecik patlıcanlarla pişirdiğim, güzelim patlıcanlı bulgur pilavını akşam yerken aldığım hazzın iki katını, bulgurun faydalarını okuyunca yaşadım sabah sabah. "O da ne, patlıcanlı bulgur mu? Hımmm..." diyenler için buyrun tarifi burada:

1 patlıcan,
1 soğan,
2 yeşil biber,
1 domates,
2 kaşık salça,
1 bardak bulgur,
2 bardak su
Mısır yağı

Çintilmiş soğanları yağda halka kesilmiş biberlerle 2-3 dk döndürdükten sonra salçasını, küp küp doğranmış parlıcanlarını ve doğranmış domatesini içine atıyoruz. 5-6 dk da böyle pişiriyoruz. Hafif sulu olmalı, sos kıvamına gelmesi için biraz su eklenebilir. Sonra yıkanmış bulguru ve 2 katı kadar suyu koyup, tuzunu ekip karıştırıyoruz ve kapağını kapatıyoruz. Yarım saat sonra suyunu çekip bulgurlar yumuşayınca dünyanın en güzel pilavı oluyor. Kenarına da yoğurt, belki bir de taze soğan koyunca tadından yenmiyor. Afiyet oluyor.